26 Kasım 2012 Pazartesi

kokoreç


“Her yalan birbirine benzer, çünkü mutlaka bir inananı vardır.”
                                                                                                                             Kamboçya Atasözü

Saat geceyarısına göz kırpmak üzereyken, açık camdan içeri sökün eden kokoreçin kokusuyla irkildi bünyem. O anda farkettiğim açlığımla beraber kokoreççinin sesi, eşsiz bir güzellikte çınlıyordu kulağımda. Sonunda midemin beni götürdüğü yere yani iki kat aşağıya indim. Kokunun cazibesine kapılan ikisi üniversiteli dört adam o seyyarın kölesi olmuştuk artık. Zaten kokoreççi de durumun kendisine sağladığı avantajın farkına varmış olacaktı ki bir orkestra şefi edasıyla baharatları artistik biçimde savuruyor,  yarım ekmekleri hazırlıyordu. Ben, yarım ekmeğin güzelliğini seyre dalmışken, diğer üniversiteli genco “ah bi de bira olaydı ne de güzel giderdi bee” deyince “ayran var yeğenim, vereyim bir tane hemen” diye lafa atıldı kokoreççi usta. Teklif pek rağbet görmedi, zaten yarımlar da bitince grubun havası dağılmıştı. Adeta gazı kaçmış kolaya dönmüştük, biz de bu olay üzerine ustaya selam ederek olaysız dağılmayı tercih ettik.

Tok karnım, düzgün psikolojim ve aldığım bir sürü kalori ile çıktım merdivenlerden. Eve girer girmez de hemen bir soda açtım fazla kilo almamak adına. O ana kadar içinde bulunduğum pembe tablo, cep telefonumun iğnelercesine çalan melodisi marifeti ile bozuldu..

“Tam dört sefer aradım nerdesin sen?” diye sordu sevdiceğim,  “yemekteydim” dedim. Önce bu saatte yemek yersem g.tü göbeği salacağımı kibar bir dille anlattı sonra da menüyü sordu. Aldığı cevaptan da hiç memnun kalmadı. Dünyanın en zor durumlarından biri; kokoreçi neden sevdiğinizi anlatmaktır. Dinleyen anlamaz, anlatan beceremez. Sürekli havada kalır cümleler. Başıma gelen bela, tam anlamıyla buydu.

Konuşma uzadıkça, konu başka mecralara kaydı ister istemez. Önce bir onbeş dakika kadar okul tatile girince nasıl görüşeceğimizi planladık: ben onun memleketine gidiyor, onu görüp geri dönüyordum. Belki de ikimiz birden bu kadar özverili olduğumuz için bu ilişki epey dayanabilmişti. Sonra konu döndü, dolaştı, bekledi, çevresinde voltalar attı ve ilişkinin geleceğine saplandı. Üç aylık bir münasebetle ilgili ne tür bir gelecek tahmini onu mutlu eder bilemediğimden esnaf ağzıyla “kısmet bakalım be!” dedim, demez olaydım. Ben sorumsuzdum, ben bizi düşünmüyordum, Allah benim belamı vereydi!

Bir saattir konuşuyorduk, beynim burnumdan akmak üzereydi fakat onun umrunda değildi. Bir türlü hıncı bitmiyor, saydıkça sayıyordu. Sussun diye alttan alıyordum, sallamıyordu. Derken ufak çaplı bir mucize yaşandı. Bu konuları konuşmaktan sıkıldığını ve başına ağrılar girdiğini, daha da konuşmayacağını söyledi ve telefonu yüzüme kapadı.

Birden sessizlik kapladı evin duvarlarını, içim huzurla doldu. “Sükunetin gözünü seveyim” dedim içimden ve pencereye doğru seyirttim; kokoreççi hala aynı yerinde duruyordu...

15 Nisan 2012 Pazar

bulaşık

Yetim hırsızlığa çıktığında ay akşamdan doğarmış

Bütün hafta boyunca yağmur bekledim. Şöyle bi yağsın, rahatlasın, polenler ortadan kaybolsun ben de rahatlayayım dedim ama nafile. Koca hafta tek damla düşmedi gökten. Kısmet dedim, bekledim. Tuttu ertesi haftanın ilk günü, yani tek sınavımın olduğu gün yağdı, çok ıslandım. Hatta ıslanmakla kalmadım, sıçana döndüm. Yağmur suları paçamdan aktı. Bu olaydan sonra hava olayları ile ilgili beklentiye girmemeye karar verdim. Bugüne kadar…

Nefis bir cuma akşamını alerji illeti yüzünden odada geçirmek zorunda kaldım. Hapşırmaktan, öksürmekten bitap düştüm. Bilgisayar başında saatlerimi katlettim. Geceyarısına doğru hafiften bi düzelir gibi oldum, o ara yemek yedik oda arkadaşımla. Kalktım, bulaşıkları da yıkadım. Bir saat öncesine kadar yastığı uzaktan göstersen uyuyacak olan ben, birden canlandım dirildim. Bulaşık bana hayat vermişti!

Oturmanın b.kunu çıkarmıştık. Saat 05.00 sularıydı. Birden ilahi bir mesaj gelmiş gibi “Okan yarın kitap fuarına gidelim lan” dedim. Yüzüme baktı ve “gideriz hacı” dedi. Kafamda küçük çaplı bir plan daha yaptım, ezanla beraber yatış moduna geçtim. “Öğlen” kalktığımda İzmir’in klasik rüzgarlı günlerinden biri yaşanıyordu. Sersemliği üstümden attım, hazırlanıp gitmeye niyet eyledik. “Hala rüzgar var mı lan” sorusu ile cama yöneldim ve yere düşen ilk damlayı gördüm. Yağmur başlamıştı!

Canım yağmur, gülüm yağmur son zamanlarda dizi karakterlerinin kavuşmasını engelleyen kötü adamlar gibi, oyunların geçilmesi zor bölüm sonu canavarları gibi bir şey olmuştu. 15.00 civarı “birazdan diner” diye beklemeye başladık. Yaklaşık 17.15 civarı odadan çıkıyorduk ve yağmur dinmemiş, azalmıştı. Güç bela fuara ulaştık, işimizi hallettik ve köye döndük. Odada, fuardan topladığımız “ganimetleri” incelerken kapı çaldı. Çocuğun biri geldi, tencere istedi. “Kirli” dedik, ben yıkarım dedi. Yetmedi üstüne kaşığı da aldı gitti. Okan, giden çocuğun arkasından bana “Kim lan bu denyo?” gibilerinden bir bakış atmıştı ki çocuk yine geldi. Alt bölmeden bıçağı da alıp tüydü. Odayı market gibi kullandığı yetmezmiş gibi üstüne de “Ya benim oda 106 haberiniz olsun” şeklinde gereksiz bir cümle kurmuştu. Nedeni neydi? Uzaktan paket servis elemanı gibi mi duruyorduk? Karar vermiştik, bir dahaki gelişinde dövecektik çocuğu. Kafamda sebebini bile belirlemiştim: Tencere pisti! Neticede bulaşıkları ben yıkıyordum, bu manzaraya katlanamazdım!

Aradan yarım saat geçti, çocuk tencereyi köşeye koydu yarım ağızla teşekkürünü de edip kayboldu ortadan. Dayak için sebep üretmeye bile zaman kalmamıştı. Biz de cahilliğine verdik, kapattık mevzuyu. Bu esnada yine bulaşık çıkmıştı ortaya. Garip bir şekilde sürekli ben yıkamak istiyordum bulaşığı. Yıkamak bana iyi geliyordu. Çünkü yapacak başka bir şey yoktu. Ya aylak bakkalın yaptığını yapacaktım ya da bulaşık yıkayacaktım. Bu keskin yol ayrımında ben ikincisini seçmiştim. Ve yine sünger elimdeydi. Bu sefer o denyoyu dövmek için haklıydım. Çünkü tencereyi pis getirmişti…