23 Mayıs 2013 Perşembe

geleceğe mektup


Merhaba;

“Bunu okuduğunda yaklaşık yirmi yıl sonrası olacağı için elindeki mektuba bakıp burun kıvırma. Nereden geldiğini unutma; sen doğduğun zaman evlerde doğru düzgün bilgisayar bile yoktu. Bak bilgisayar yoktu diyorum e-mail, “feysbuk” falan hak getire. Bu mektubu nereden nereye temalı bir düşüncenin akabinde yazıyorum. Gelecek nesillere miras değil niyetim yanlış anlama. Şu an yirmi küsürlü yaşların başlangıcındayım ama kafam rahat kırk yaşındaki amcalarla takılabilir. Erken yaşlılık dedikleri bu olsa gerek. Bu satırlar yazıldığı sırada üniversite öğrencisi olan ben, muhtemelen elinde diploması ile şimdi lanet ettiği bu günleri hayıflanarak anan bir adam olacağım. Suçumu baştan kabul ediyorum ki sonradan arıza çıkmasın. Bir sürü hayalim vardı zihnimde canlandırdığım, kaçını gerçekleştiririm ya da gerçekleştirdiğim bir tanesi bile çıkar mı bilemem. Ama şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki şimdiye kadar gerçekleşme olasılığını arttıracak bir gelişme yaşanmadı. Belki de bu hayal kırıklığının getirdiği cesaret ile döküyorum bu kağıda satırları..

Çok bekledim ben; her şeyi. Fırsat bekledim farketmeden kaçtı, otobüs bekledim kaç kez gelmedi eve yürüyerek döndüm. Kısmet olmayınca olmuyor işte. Belki sen bu satırları yalnız bir adam olarak okuyacaksın, valla benim suçum değil kısmet değilmiş dedim ya birader. Bu arada bazen senli benli konuşuyorum diye bozulmuyorsundur umarım çünkü herkes kendine dışarıdan bakmayı sever. İşte aynalar, sırf bu vazife gerçekleşsin diye vardır. Bu satırları okurken orta yaşlı (muhtemelen saçları-sakalları beyazlamaya başlamış) bir adam olacaksın. Mektubu okuduktan sonra bir şeyler değişsin hayatında. Mesela çık bir dolaş gel, bütün gün evde oturma, birinin kapını çalmasını bekleme. Ara bir de şu sakallarını kes ulan, adama benze biraz yüzün gözün açılsın. Ben zamanında hayvanlık etmiş olabilirim sen etme. Çünkü ben gençtim o kredileri harcadım, sana da bir bok kalmadı. Tamir edeceksin eskiden kırdıklarını. Gülümse mesela. Bir de o kızı unut artık. Neredeyse torun torba sahibi olacaksınız ulan ayıptır. Zamanında söyleyecektin sevdiğini, şimdi hayıflanmanın faydası yok. Eskiden olsa sana esnafla iyi geçin derdim ama büyük ihtimal çevren “avm”lerle dolu olacağı için siktir et duymazdan gel bu dediklerimi. Bunları okuyacak kadar yaşamayı becerir misin bilmem ama ne yap et bu mektubu koyduğun yeri unutma, o zamana kadar da sakın okuma! Hadi eyvallah..”
                                                                                                                                                                           
Kendin

20 Nisan 2013 Cumartesi

derbeder


Her seferinde büyük bir gürültüyle kapanan bahçe kapısı bu sefer daha büyük bir vaveyla kopartarak çınlattı duvarları. Belli ki gelen, pek de hayırlı haberlerle gelmiyordu.. Gürültünün ve ayak seslerinin sahibi Rafet; elinde bira şişesi ile bahçenin ortasında durmuş, Atıf’ın vereceği tepkiyi bekliyordu. Atıf ise Rafet’i hemen buyur etmek yerine önce baştan aşağı bir süzdü, sonra da sigarasının son fırtını çekip dumanını da aheste aheste üfledi havaya. Sonra başını yukarı kaldırdı ve gecenin özetini geçti: “Haydi bakalım, acı çekmeyen bir sen kalmıştın.”

Mahallenin okumuş çocuğu Rafet, annesi tarafından el bebek gül bebek yetiştirilmiş, fazla sokağa salınmamıştı. Bu steril hayatın getirisi olarak da insan ilişkilerinde zayıf, pısırık tıynette bir insan olmuştu. Eğitim hayatındaki kariyeri, onu memleketin prestijli üniversitelerinden birinin öğrencisi yapmıştı. Lakin ana-babadan ayrı, özgürlüğü cümle içinde yeni yeni kullanmaya başlamış her üniversite talebesi gibi Rafet de ortam delisi olup çıkarak, eğitim ile arasına mesafe koymuştu. Ömür kısa, hayat bomboştu; ta ki o ana kadar: Üç kişilik ortamların en popüler ikinci ismi Rafet, sevdaya tutulmuştu. Üniversite birinci sınıf öğrencisi Nigar ile seviyesi kendinden menkul bir birlikteliğe yelken açmış, maddi imkanlarının elverdiği ölçüdeki bohem hayatına yeni bir renk gelmişti. Yediği içtiği ayrı gitmeyen, birbirinden hiç ayrılmayan bu çift; bir gün kavgaların “en büyüğünü” yaşamış ve ayrılmışlardı. Daha sonra mantıklı düşünmek maksadı ile birbirine zaman tanıyan ikili, böyle de olmayacağını anlayınca önce “dostça” ayrılmayı denemiş, Rafet içip içip aramaya devam edince de kanlı bıçaklı olmuşlardı. İçinde bulunduğu bunalımın da etkisiyle derslerden tamamen kopan Rafet, içinde doğan boşluğu dolduramayınca çareyi baba ocağına dönmekte bulmuştu. Gel gelelim sosyal medya her an her dakika sağladığı bilgi akışı ile hiçbir gönül yarasının kabuk tutmasına izin vermiyordu. Rafet; ortak arkadaşlarının Nigar’ın nişan töreninin fotoğraflarını beğenmesi vasıtası ile durumdan haberdar olmuştu. Dert bitmiyor, arttıkça artıyordu.

Yine odalara sığılmayan bir mayıs akşamı, rastgele çalan bir şarkıya içlenen Rafet, evden bir şekilde çıkmış soluğu Atıf’ın evinde almıştı. Atıf, küçükken mahallenin itlerinden biriydi. Hatta nadiren sokağa çıkan Rafet’i bile her gördüğünde döverdi. Ama üniversite için gittiği şehirde sanki sihirli bir değnek değmiş, akıllı efendi bir adam olmuştu. Uzun sakallarının kendisine vermiş olduğu “görmüş geçirmiş adam” havası ile çevre gençlerinin akıl hocalığını yapıyordu. Bir yandan birasından içen, diğer yandan koluyla akan burnunu silen Rafet, o anki görüntüsü ile bir sokak kopilinden farksızdı. Atıf, kendisine yardım ister gibi bakan Rafet’e daha fazla dayanamayarak yanına çağırdı. Rafet, daha davet cümlesinin yarısında yerine yerleşmişti. Seans başlıyordu..

“N’oldu lan? Ne dertlendin böyle?” diye sordu akil adam Atıf. Rafet de ilişkinin evrelerini ziyadesiyle detaya girerek enine uzununa anlattı. Ayrılık, adı geçer geçmez ortama bütün kederini bırakmıştı. Bu, Rafet’in kızaran gözlerinden de belli oluyordu. Atıf durdu, bir sigara yaktı, bir tane de karşısındaki derbedere uzattı. Önce bir durdu, sonra da erkek tarafının kusurlarını kendince bir bir anlattı Rafet’e. Rafet ise kendini aklamak istercesine “Ben onu çok sevdim. O’nun için her şeyi yaptım. O niye yapmadı? Niye tek fedakâr ben oldum?” diye sordu. Rafet’in efkârı boyunu aşmıştı. Atıf cevap verdi:

-O da aynısını yapsaydı bu halde olmazdınız zaten. Bak koçum bütün evler birbirine benzer. Bütün sokaklar, dükkanlar, tabelalar. Bir insanlar benzemez birbirine. Ama bu iyi mi yoksa kötü mü hala tam olarak anlayabilmiş değilim. Farzet ki insanlar da benzedi birbirine. Sen, senle aynı olan birini sever miydin? Sevmezdin. Demek ki neymiş, insan karşısındakinin farklılığına vurulurmuş. Hem aşık adam karşısındakinden özveri beklemez. Aşık adam fedakardır. Sen nasıl aşıksın lan?

Kendisine yöneltilen cümlelerden bir kısmını anlayan, bir kısmını da pas geçen Rafet, filtresine kadar çektiği sigarayı yere fırlatırken yine ağlamaya başladı. -Ama abi, herkes terk etti beni. Bütün sevdiğim kızlar. Teker teker gittiler yanımdan, en son da Nigar gitti. Ben çok mu şanssızım be abi?

Muhabbetten sıkılan Atıf, sepet havasına dönüp öyle cevapladı Rafet’i:  -Bak birader her sevdiğin yanında kalacak diye bir kaide yok hayatta. Önce bir şunu kafana sok. İkincisi de toparlan artık ufaktan evine doğru yollan. Vakit geç oldu hadi.

Yavaş yavaş bahçe kapısına yollanan Rafet, son kez dönüp “Abi şanssız mıyım diye sordum cevap vermedin. Öyle miyim abi?” diye sordu tekrardan.

“Değilsin anasını satayım değilsin” dedi Atıf, dille dişinin arasında. “Onca beylik laf ettim, tuttu buna takıldı sığır.”

12 Nisan 2013 Cuma

oportünist pezevenk


Amcam 40’lı yaşlarını devirmiş bir adam. Eski tüfek solculardan. Okumuş, gezmiş, dayak yemiş, eyleme katılmış yani kendi tabirine göre “yaşamış”. Kendi bu kadar aktif bir gençlik evresi geçirdiği için benim şu anki durumuma çok üzülüyor ve “ot gibi büyüdün sen” diyor. Bunun sorumlusu da kapitalist düzen ve televizyonmuş. Bu ikisi bizi sadece tüketmeye alıştırmış o yüzden üretmeyen, sadece oturduğu yerde göt büyüten insanlar olmuşuz. Amcamın küçük bir tamirci dükkanı var. Televizyon falan tamir ediyor, bende ona yaz tatillerinde yardıma gidiyorum. Gerçi amcam bu durumdan şikayetçi. Haftalığımı hiç çaba harcamadan kazandığımı söyleyip yine düzene sövüyor. Ama hiç babama sızlandığını görmedim, işi gücü benimle. Halbuki ben çaba harcıyorum. Çay taşıyorum, sabahları dükkanı açıp, temizlik yapıyorum. Bu benim gibi biri için büyük efor sarfettiren işler. Gerçi bunlar onun umrunda değil ama ben kendimi dükkanın önemli bir parçası olarak görüyorum. Yine bir gün sigara almak için beni köşedeki bakkala gönderdi “al şu on lirayı git bir paket parlament al gel” dedi ben de paranın üstü bende kalsın mı diye sordum. Amcam hafiften kızarak “oportünist pezevenk” dedi. Bu laf çok ağırıma gitti hayır pezevenk değil, öbürü. Anlamını bilmediğimden olsa gerek. İki adımlık mesafede sinirimden dolmuştum. Sanki sabrımın son noktasına ulaşmıştım. Pakedi masanın üstüne koyup, amcamın yüzüne çemkirmeye başladım:

-Bana sistemden bahsedene bak oturmuş parlament içiyor. Hem madem bu kadar karşısın bu düzene niye dükkan açtın, neden para kazanıyorsun? Neden bana iş verip beni de bu düzenin bir parçası yapıyorsun?

Önce bir afalladı, sonra da pakedi açıp bir sigara yaktı. “Nerden öğrendin lan sen bunları” dedi. “Senin kitaplardan okudum biraz” dedim. Dükkanın arka tarafında küçük bir oda vardı, amcam “solcu kitaplarını” o odada tutardı, yengem evde istememiş başına bela olur diye. Sonra da “Baştan kafa tuttuk ama sonradan iş değişti. Evlendim. Çocuğum olmadı ama olsun, ev reisi oldum ben. Sorumluluğum arttı bir yerde. Anlayacağın bıraktık o işleri.” dedi. Derin bir hayal kırıklığı hasıl oldu içimde. Baştan önemsemediğin bir yaranın gitgide büyüyüp acı vermesi gibi, ekmeği keserken elini de kesmek gibi. Yani insanın kendisinden kaynaklanan bir durum. Gözümde çok büyütmüştüm amcamı. Benim de falsom bu. Değer verdiklerimi bir anda yerle bir ediyorum. Ertesi gün gitmedim dükkana, sonraki gün de. Sonra babam kızınca gittim, hiç konuşmadık. Durduk yere “haftalığına zam yaptım” dedi. Yüzüne baktım; gülümseyince özür diledim. Amcam; yılların verdiği olgunluğun karizmasıyla sigarasından bir fırt çekip, “Siktir et boşver” dedi. Ben de öyle yaptım.

9 Nisan 2013 Salı

ayçiçeğim


“Eğer ıslanmak istemiyorsan yağmurdan merhamet bekleme. Git bir şemsiye al!”
                                                                                                                                                                           
                                                                                                      Aborjin Atasözü

Sessiz geçen ayların ardından onu son bir kez daha aramaya karar vermiştim. Barışmamızın son çaresinin bu olduğuna kanaat getirmiştim. Bunda aldığım alkolün de etkisi vardı ama şimdi önemsiz mevzulara girmenin manası yok. Kısa süren bir telefon görüşmesinin ardından buluşacağımıza dair sözleştik. O gün; gittim yine yarım saat önceden oturdum çay bahçesine. Bu işler böyledir, gündüz buluşmaları genelde çay bahçeleri ya da kafelerde gerçekleşir. Ben daha geleneksel biri olduğumdan bu seferki durağımız çay bahçesiydi. “Bak ben ne düşündüm…” demeye kalmadan lafı ağzıma tıktı. Derdimin ne olduğunu bildiğini fakat gücü kalmadığı için baştan başlamaya cesaret edemeyeceğini söyledi. Bir de buralardan gideceğini ekledi cümlesine. Bir çay daha söyledim. Sonra da sigaramdan derin bir nefes alarak tek cümlemi söyledim: “İyi de gittiğin yerde arasında kaybolacağın tanıdık bir kalabalık olmayacak. Buraları özlemeyecek misin?”. “Hayır” dedi. Zaten bu cevaptan sonra fazla oturmadık. Gideceği gün, mahalledeki çocuklardan biriyle küçük bir mektup yolladım. Okursa belki fikri değişir diye.  Ona mektubumda dedim ki;

“Ayçiçeğim,
Adın aklıma gelince peşi sıra dökülüyor kelimeler, önünü alamıyorum. Yüzümdeki güneşin yansımasını aşkıma bağlıyorum. Bir sevgi patlaması, bir heyecan kasırgası ile geçiyor günlerim. Bazen seni özlemeyi bile seviyorum. Çünkü özlemek, aşkın bazı şartlarını kabul etmek demektir. Kavuşamamak gibi mesela. Sinirlenmiyorum, kızmıyorum. Çünkü sevmek, insanın sinirli yanlarını törpüleme vazifesini de görür bazen. Monoton hayatımın içinde açan yegane gülsün. Ben bu gülün varlığıyla gurur duyuyorum. Bir gün solup gideceksin korkusuyla yaşasam da üstünde durmuyorum. Çünkü nasılsa bitecek bir gün ömür, hepimiz solacağız biliyorum. Sevgimin naifliğine atıfta bulunarak, yanağına minik bir buse kondurarak mektubuma son veriyorum. Gitmeseydin iyi olurdu. Yine kalmayı denesen?”

Ama değişmedi işte. Ne yapalım. Kısmet.

6 Nisan 2013 Cumartesi

meftunum sana


-Seni gördüğüm gün bütün kötü alışkanlıklarımı bırakmaya karar verdim. Sigarayı bıraktım, okeyde taş çalmadım, insanlara selam verdim. Gülümsedim. Belki de en önemlisi bu..

-Efendim?
-Yok önemli değil öyle kendi kendime şarkı söylüyodum.
-Hııı. Sen ne söyleyecektin bana? Sabahtan beri burdasın da.
-Ben şey diyecektim. Bizim borç kaldı mı ya deftere bi baksana.
-Bu muydu yani? İnsan bir fırına ne kadar borçlu olabilir ki? Sonra ödersin.
-Peki o zaman kolay gelsin sana.
-Sağol ufaklık.

İnsan kendinden 10 yaş büyük birine aşık olunca böyle olur. Aslında yukarıda bıraktım dediklerimin hiçbirini yapmadım; yapamadım. Şartlar elvermedi. Halbuki ben onun görüp görebileceği en harbi aşık olurdum. Bilemedi. Hülya; üniversite öğrencisiydi. Bana göre çok güzeldi. Harçlık çıkarma amacıyla bizim evin köşesindeki fırında çalışıyordu. Annemlerin “fırında çalışan kız” olarak bildikleri; benim sevdiğim kızdı. Çocukluk dönemlerinde bilmiş olmak bazen umulmadık kapılar açar. Ben de bir gün sokaktaki çocuklara yapacağımız maçın kurallarını anlatırken (3 korner 1 penaltı, kaleci oyuncu yok gibi) görmüş beni. Ekmek alırken “sen ne bilmişsin öyle” dedi bana ve ben hayatımın aşkını buldum. Bir çift gülen göz beni sekiz yaşımda aşk denen kısırdöngünün içine itmişti. Kurtulma imkanı yoktu.

Onu gördüğümden beri ekmek almak; en sevdiğim iş olmuştu. Bazen fırına gidip boş boş oturuyordum. Yanında olmak değişik bir hisse yol açıyordu bende. Memnundum. Gerçi o zamanlar bunların adını koyacak kadar büyümemiştim ama ilk aşk her zaman hatırlanırmış. Bir gün hızlıca fırına gittim. “Hülya” dedim. “Bi dışarı gelsene”. Kapının önüne çıktık. “Eee nedir derdin?” diye sordu. “Meftunum sana!” dedim. Bir süre sessiz durduk. Sonra gülmeye başladı. “Sen nerden öğrendin bunu?” dedi. “Dün akşamki filmden” dedim. “Anneme sordum seni seviyorum anlamına geliyomuş.  Ben de seni seviyorum.” dedim. Gülümsedi. Bana hissettiklerimin başka şeyler olduğunu, benim küçük olduğumu, büyüyünce karşıma güzel bir kız çıkacağını ve o zaman bu cümleleri ona kurmam gerektiğini söyledi. Sonra da içeri girdi. Eve gittiğimde hüngür şakır ağladığımı hatırlıyorum.

Sonrası hazin bir ayrılık hikayesi. Yaz gelince memleketine gitti, sonra da başka bir semte, başka bir eve taşınmışlar. Bu arada geleceğim için söyledikleri pek gerçekleşmiş değil. Ona kurduğum cümleleri farklı kelime ve aynı kalıpla birkaç kıza daha söyledim ama cevap yine olumsuz oldu. Galiba insan zor durumdayken söylediği yalanı kontrol edemiyor..

23 Şubat 2013 Cumartesi

çinkolu kahve


Beyaz renkli dış kapının bülbül ötüşlü kapı zili, ısrarlarım sonucu ciyak ciyak bağırırken sonunda açtı kapıyı. “Ağaç oldum arkadaş. Vakitlice açsana şu mübarek kapıyı!” dedim. Bir süre yüzüme baktı, sonra tekli koltuğuna oturup eline aldığı sararmış gazeteye derinlemesine daldı. “Aloo kime diyorum ben. Bi bak hele” dedim ama nafile, iplemedi beni. “Bu sefer ne buldun?” dedim. “1975 yılında şehir merkezinde olan fakat sonra kaldırılan bir üst geçit olduğunu öğrendim. Onu araştırıyorum.” dedi. 

Sünnet olduktan sonra evde yatarken; sıkılmasın, oyalansın diye eline tutuşturulan Tercüman gazetesinin padişah albümleri marifeti ile tarih dünyasına adım atan abim, kendimi bildim bileli bu yoldan ayrılmadı. “Padişah manyağı” dendi, “Deli” dendi, bin türlü şey söylendi ama abim, tarih merakını hiçbir zaman sonlandırmadı. Biz, futbolcu çıkartmaları biriktirirken O, “Baltalimanı Antlaşması”nın sebep ve sonuçlarını araştırırdı. Öğrenince de bundan büyük bir zevk duyardı. Okul hayatı boyunca orta olan diğer derslerinin yanında bir güneş gibi parlayan tarih notları herhalde babamın da ilgisini çekiyordu ki önce telkin yoluyla, sonra lazım olduğu ölçüde cebir ile kendisine müfredattaki diğer derslerden de bahsederdi. Bu uyarıların hiçbir zaman etkili olmadığını üniversite sınavında canlı olarak tatbik etmiştik. Tulum çıkarttığı tarih sorularının aksine, özensiz cevap verdiği diğer sorular abimin sınavda patlamasını sağlamış; üniversite de hayal olmuştu. Babam da inadından bir daha sınava sokmayınca ailemizin akıl küpü, dış dünya ile buluşamadan evde kalmış oldu.

Abim, önce Osmanlı İmparatorluğu’nu hatmetti. Tonla kitap okudu, ansiklopedi karıştırdı. Hatta öyle ki, lisedeyken tarih öğretmeni ile bilmem ne savaşının tarihi konusunda tartışmaya girdiğini, sonunda da kendinin kazandığını böbürlenerek anlatırdı. Daha sonra, işyerindeki bir arkadaşının da telkinleri yardımıyla yaşadığı şehrin tarihi üzerine merak saldı. Önceleri eski evleri gezerek, müze dolaşarak yaptığı araştırmalar, eline geçen eski mecmualar ve gazeteleri didiklemesi ile bambaşka bir hal aldı. Yaklaşık on kişilik bir arkadaş grubu ile haftanın bir günü toplanıp tarih konuşmaları yapıyorlar, bazı binaların yeniden yapımı için de belediyeye dilekçe gönderiyorlardı en son, şimdi ne oldu bilemiyorum.

Bir süre camdan dışarı baktım, canım sıkılınca “Abi be bu evin yerinde eskiden ne varmış acaba?” diye sordum, sormaz olaydım. “Bu ev Osmanlı döneminde yapılmış aslen, eski bir Rum eviymiş ama sahipleri devredince alan adam yıkıp bu evi yapmış” dedi. Bitti zannettim, bitmemiş. Daha sonra bana Osmanlı zamanında şehirdeki azınlıkların hangi semtlerde oturduklarını, nerelere gittiklerini falan anlattı. En son ruhum sıkıldı, “Yeter ulan” diye bağırdım. “Ne bağırıyosun lan hayvan” diye karşılık verdi. Ben de çemkire çemkire hayatını böyle şeylerle çarçur ettiğini, bunların bir boka yaramayacağını, sonuçta belediyenin ona şehrin anahtarını vermeyeceğini anlattım. Cevap vermedi, daha sonra da “Bak Çinkolu Kahve sokak eskiden nasılmış” dedi. “Ora nere yahu?” diye sordum, bir güzel yerini tarif etti. Üstüne de resimlerini gösterdi. Sonra da akşama kadar nerde tarihi yapı varsa mimarına varana kadar teker teker anlattı. Vakit ilerleyince abimle beraber tarihi katledenlere küfrettik. Ecdadın eserleri, aramızdaki temellerin sağlamlaşmasına vesile olmuştu.  Ecdat sağolsundu.. Abim de manyaktı falan ama sonuçta iyi adamdı..

24 Ocak 2013 Perşembe

düğün fotoğrafçısı


Bangır bangır çalan müzikten şişen kafamı tedavi etmek için kendimi can havliyle dışarı atmıştım. Düğünler böyledir, gürültü eksik olmaz. Dışarıda kız tarafı olduğunu tahmin ettiğim erkek topluluğu; düğünden çok farklı bir konuda “açık oturum” yapmaktaydı. İçtikleri sigaranın dumanı genzimi yakınca çaresiz içeri girdim. İçeride bayat pasta ve berbat limonata çoktan dağıtılmış, garsonlar çöpleri toplama uğraşındaydı. Ben ise takı töreninde epey bir fotoğraf çekmiştim. İrili ufaklı bir sürü hısım akrabayı teker teker çekmek parmaklarımı yormuştu. Ayrıca satmak için büyükleri oynarken (ekseriyetle kasap havasında), veletleri ise pistte sağa sola koştururken çekmem gerekiyordu. Oysa benim içimden hiçbir şey gelmiyordu.

İnsan, hayatında tezatlardan yararlandığı zaman başarıya ulaşır. Ben de düğünlerden nefret ediyordum. Çocukken bile gitmediğim bu organizasyon türü, ileride ekmek kapım olacaktı. İşte tezatlardan hoşlanmayan bünyeme hayatın bir cilvesi daha!

Çaresiz makinayı aldım. Bir iki kıytırık poz çekmiştim. Zaten düğünlerde (en azından böyle düğünlerde) fotoğraf sanattan ziyade bir gerekliliktir. İşin garibi benim fotoğraf satma amacımı anlayan misafirler benden kaçıyor, poz vermemek için türlü şekilllere giriyordu. Umutsuzluğumun son aşamasındaydım. Tekrar dışarı çıktım. O sıkılganlığıma ve yorgunluğuma rağmen merdivenlerde tavşan gibi seke seke bir aşağı bir yukarı dolanıyordum. Dışarıda artık arkadaş olduğum garsona denk geldim. Ortamın samimiyetinden olsa gerek aramızda mesafe kalmamıştı. “Noldu lan büyük sanatçı. Çekemedin dimi kimseyi. Heheheh” dedi. Birden celallendim ve “Ne alakası var lan istediğimi çekerim ben. Bu benim mesleğim oğlum” dedim. Beni sallamayan bir tavırla sigarasından son fırt alan garson “Sen bugün on tane fotoğraf sat, bende g.tümle deve izi yaparım” dedi. Son dediği lafa takılan dimağım, ilk dediklerini silip atmıştı. Bir koşu merdivenleri çıkarak tekrar salona girdim. Gözü dönmüş bir timsah gibi önüme gelenin fotoğrafını çekmeye çalışırken onu gördüm. Gelinden daha güzeldi. Saçlarını özenle yaptırmış, turuncu bir elbise giymişti. Sanırım aşık oluyordum. O anda çalan “komparsita” dan cesaret alarak yanına yaklaştım ve “Dans..” diyecekken arkamdan abisi olacak denyo geldi. “Ne dansıymış bu?” diye sorunca cevabını vermeden uzadım oradan. Aklım kızda kalmıştı. Çaktırmadan bir iki pozunu yakaladım. Şansıma düğünün son dakikalarına denk gelen bu hadise yüreğimde yara olarak kalacaktı. Davetliler kalkıp giderken bir kere daha gördüm onu, yüzüme gülümsedi; içim eridi.

Kalabalık dağıldı, çaktırmadan kaçayım derken o şabalak garsona yakalandım. O akşam sekiz fotoğraf satmıştım (biri zorla), onu haklı çıkarmıştım. Ama umurumda değildi. Çünkü o akşam çekebileceğim en güzel fotoğrafı çekmiştim ve satmama gerek yoktu. Sanırım mutluydum.